http://www.moonstar34green.tr.gg - BİJİ MEKTEBE İRFAN

  EZ MISLIMANIM BİJİ İSLAME
  HUN BİXER HATİN ZİYARETVAN
  KURDİ MESNEWİYA NURIYE
  PEYVA BİST U SİSEYAN
  RAGİHANDİN TİRKİ KURDİ
  OTTOMAN - DİROKİ OSMANİ
  DESTPEK İSLAME
  ROBERT WILLIAMS MUSIC BOX ITALY
  KURDİSH İLAHİ BİJİ İSLAME
  BİJİ İSLAME EZ MISLIMANIM
  QURANA PİROZ Bİ DENGE KURDİ
  XUREK WWARİN HALAL
  BİJİ MEKTEBE İRFAN
  ŞEV U ROJEN DİNİ İSLAME
  ALEME EREBİ ZAZAKİ ENSİKLOPEDİA
  ZAZAKİ ENSİKLOPEDİA XOSERE
  ONLİNE KURANI KERİM
  HUN BİXER HATİN _RADYO
  HUN BİXER HATİN _FORUM
  BAWERİYA Bİ PEYXEMBERAN
  İSLAM GREEN34
  ERKA KU Bİ MİRİNE VE DİQEDE
  99 NAVE XWEDE TEALA
  XUTBA _XATİR _XWESTİNE
  DESTPEK TEFSÎRA SÛRETÊ FATÎHE
  MEKTUBO HEWTIN
  WEFAKARÎ HEZKIRINÎ
  BIJI PALESTINE EZ MISLIMANIM
  XWEŞRU JİYANE _ İSLAME
  BEDEW RİND XWEŞİK _İSLAME
  LENERİNA JİYANE __ DİNYA GERDUN İSLAME
  ISLAM MENGIKUT NEGARA
  MUSLIM XWEŞRU _ JİYANE __İSLAME
  INW WORLD GROUP
  DİROKİ OSMANİ BİJİ İSLAME
  BİJİ İSLAME BİJİ OSMANİ

 







İFRAN MEKTEBİ  VE İSLAM


http://www.irfanmektebi.com





Mezhepler nasıl ortaya çıktı?

Mezhepler nasıl ortaya çıktı

 

Mezheplerin nasıl ortaya çıktığını anlatmadan önce
içtihad ve müçtehidin ne olduğunu
izah etmek mecburiyeti vardır.
Çünkü mezhepler müçtehidlerin
içtihatlarıyla ortaya çıkmıştır.

İslâm’da asıl olan Kur’ân ve sünnettir.
Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün
önüne geçmeyin
” (Hucurat, 1)
âyeti ve benzerlerinden yola çıkarak İslâm âlimleri Mecelle’deki “Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur.” (yani herhangi bir konuda âyet veya hadis varsa o konuda içtihada izin yoktur.) kaidesini benimsemişler ve bir konuda âyet veya hadis varken içtihad yapmayı dalalet/sapıklık olarak kabul etmişlerdir.

Karşılaşılan bir meselenin açık hükmü Kur’ân ve sünnette yoksa ne olacak?

Elcevap: Konunun uzmanı olan (yani müçtehid olan) âlimler Kur’ân ve sünnete müracaat ederek, benzer olaylardan ve ortak özelliklerden yola çıkarak, içtihad yapacaklar ve konuyu hükme bağlayacaklardır.

İçtihad, lügatte “bir şeye ulaşmak için kişinin bütün gücünü harcaması” demektir. Fıkıh ilminde ise içtihad; müçtehid olan âlimin, “Kur’ân ve sünnette açık hükmü olmayan bir meselenin hükmünü, Kur’ân ve sünnetten çıkarmak için bütün gücünü sarf etmesi” demektir. Çoğu zaman içtihad deyince kıyas akla gelir. Kıyas da şöyle tarif edilmiştir: Hakkında nass [âyet veya hadis] bulunmayanın bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet [sebep] dolayısıyla hakkında nass [âyet veya hadis] bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır .

İçtihadın İslâm dinince makbul olduğuna dair, Kur’ân ve sünnetten pek çok delil vardır. En meşhurlarından bir rivâyet şöyledir:

Resûlullah (sav) sahâbelerden Muaz’ı Yemen’e göndermek istediği zaman ona şöyle sordu: “Önüne bir dava gelirse nasıl hüküm vereceksin?”

Muaz: “Allah’ın kitabıyla hüküm vereceğim.” dedi. Peygamberimiz “Allah’ın kitabında (bir hüküm) bulamazsan?” diye sordu. Muaz “Resûlullah’ın sünnetiyle…” dedi. Peygamberimiz yine “Ya Resûlullah’ın sünnetinde ve Allah’ın kitabında da (bir hüküm) bulamazsan (ne yapacaksın)?” buyurdu. Muaz “Kendi görüşümle içtihad ederim, (hüküm vermekten) geri dönmem.” dedi.

Bunun üzerine Resûlullah (sav) (Muaz’ın) göğsüne vurarak “Allah Resûlü’nün elçisini Allah Resûlü’nün arzusuna (muvafık hareket etmeye) muvaffak kılan Allah’a hamd olsun” dedi. (Ebu Davud, Tirmizi)

Bu hadisten de anlaşılacağı gibi Kur’ân ve sünnette açık hükmü olmayan bir meselede, yine Kur’ân ve sünnete müracaat ederek hüküm çıkarmayı peygamberimiz teşvik etmektedir.

Hz. Muaz’ın bu sözleri içtihaddaki usulü de ortaya koyar mahiyettedir. Peygamberimizden sonra bütün sahâbe ve tabiin bu tarzda içtihad etmişlerdir.

İşte içtihad açık hükmü Kur’ân ve sünnette olmayan bu ve benzeri durumlarda, yine Kur’ân ve sünnete müracaat ederek ve ortak özellikler bularak, Kur’ân ve sünnette hükmü bulunmayan meseleyi, hükmü bulunan bir meseleye kıyas ederek, o meseleyi çözüme kavuşturmaktır.

Tabiat ilimlerinde bilim adamları tabiatta zaten var olan kanunları bulurlar. Yok olan bir şeyi bulmazlar. Örneğin yer çekimi kanunu bulunmadan önce de vardı. Bilim adamının yaptığı yalnızca, onun farkına varmak ve onu açığa çıkarmaktır. Müçtehid âlimler de, Kur’ân ve sünnette var olan fakat gizli olan hükümleri bulur ve ortaya çıkarırlar. Bilim adamları Allah’ın kudret sıfatından gelen kainat kitabının, müçtehid âlimlerde Allah’ın kelam sıfatından gelen kitabının (Kur’ân’ın) gizli nüktelerini ortaya çıkarırlar.

Bazılarının zannettiği şekilde İçtihad, müçtehid olan âlimin, disiplinsiz, gelişi güzel bir görüş ortaya koyması değildir. İçtihad, bir disiplin altında, belli kurallar doğrultusunda, Kur’ân ve sünnetten gizli olan hükümleri çıkarmaktır. Fıkıh usulü ilmi tamamen bu kurallardan bahseden bir ilimdir.

MÜÇTEHİD

Her işte o konunun uzmanı olan kimselere müracaat edilir. Hastalıklarda doktora, inşaatta mühendislere müracaat edildiği gibi, dini konularda da bu işin uzmanı olan müçtehid âlimlere müracaat etme zarureti vardır. İçtihad yapmak da basit bir olay değildir. Uzmanlık ister. İçtihad yapacak müçtehid âlimin 8 konuda uzman olması gerekir. Bu alanlarda uzman olmayanlar (hastalıkta doktora itimad edilip onun söylediği kabul edildiği gibi) müçtehid âlimlerin sözlerini kabul edip ona göre hareket etmek zorundadırlar. Bunlar da kısaca şunlardır:

1. Arapçayı bilmek.

2. Kur’ân ilmine sahip olmak.

3. Sünneti bilmek.

4. Üzerinde icma veya görüş ayrılığı olan konuları bilmek.

5. Kıyası bilmek.

6. Hükümlerin amaçlarını bilmek.

7. Doğru bir anlayış ve takdir gücüne sahip olmak.

8. İyi niyetli ve sağlam inanç sahibi olmak.

İçtihad ve müçtehid hakkındaki anlattıklarımız konuyu merak edenler için oldukça kısa izahlardır. Bu konularda İslâm tarihinde usulü fıkıh adıyla ciltlerle kitaplar yazılmıştır. Merak edenler bu kitaplara müracaat edebilirler.

MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞI

Günümüzde halk arasında “Kur’ân ve sünnet varken içtihada, mezheplere ne lüzum var? Peygamberimiz zamanında mezhep mi vardı?” gibi sözler yaygınlaşmıştır. Bu sözleri söyleyenler çoğunlukla içtihadın, müçtehidin, mezhebin ne olduğunu bilmeyen kimselerdir. Bunlardan insaflı olanlara bu konuların ne olduğu, hikmetleri anlatıldığında, meseleyi çabukça anlıyor ve kabul ediyorlar. Ama ikna olmamaya şartlanmış, ön yargılı insanlar muhatabımız olunca -tabii ki- iş değişiyor.

Peygamberimiz (sav) döneminde toplum hayatını, Kur’ân ve sünnet şekillendiriyordu. Peygamberimiz kendi zamanında meydana gelen olaylara vahiy veya Allah’ın kendisine olan ilhamına dayanarak veya kendi içtihadıyla hükmediyordu. Sahâbeler, Peygamberimizin vefatını müteakip, toplumda meydana gelen olaylara Kur’ân ve sünnete göre hüküm verdiler. Şâyet olayların açık hükmü Kur’ân ve sünnette yoksa kendi içtihadlarıyla hükmettiler. (Genelde içtihadın, müçtehid imamlar tarafından yapıldığı zannedilirse de tarihi kaynaklar bize hem peygamberimizin hem de sahâbelerin içtihad yaptıklarını göstermektedir.) Başta dört halife olmak üzere sahâbelerin önde gelenleri gelişen olaylara hep içtihadla çözüm bulma yoluna gittiler.

Sahâbe döneminden sonra gelen Tabiun döneminde ise; tabiin, Kur’ân, sünnet, sahâbe fetvası ve kendi içtihadlarınca hüküm verdiler. O dönemde denilebilir ki, her şehirde müçtehid veya müçtehid derecesinde âlimler vardı. Müçtehidler İslâmın ilk döneminde dört müçtehid imamla sınırlı değildi. Her müçtehid kendi anlayışıyla Kur’ân ve sünnetten hüküm çıkarıyor, fetva veriyordu. Fakat ilerleyen zaman içinde, ümmetin ekseriyeti diğer müçtehidlerin fetvalarını bırakarak dört mezhep imamının etrafında toplandı.

Tabiin döneminden itibaren İmam A’zam’ın fetvalarıyla amel edenlere Hanefi, İmam Malik’in fetvalarıyla amel edenlere Maliki denmeye başlandı. Bu fetvalar etrafında insanların toplanması fıtri (doğal) bir şekilde tezahür ediyordu ve suni, zorlama bir durum da değildi. Hiçbir müçtehid “Ben mezhep kuruyorum, bana uyunuz.” dememişti. Onlar yalnızca kendilerine müracaat eden insanlara Kur’ân ve sünnetten yola çıkarak fetva veriyorlardı. Neticede onların fetvalarıyla amel eden insanların çoğalmasıyla mezhep dediğimiz hadise ortaya çıktı. Tabiin veya Tebe-i Tabiin dönemindeki diğer müçtehidlerin içtihadları zamanla unutuldu ve terk edildi.

Bu gün ümmetin % 90’lık bir bölümünü bu dört mezhep oluşturmaktadır.

 


 

Osmanlıca bir konuşma dili midir?

 

Osmanlıca bir konuşma dili midir?

 

Dil bir milletin hafızasını, imanını, irfanını kültürünü ifade eden geçmiş ile gelecek ara­sında köprü kuran önemli bir araçtır. Bir dili anlaşılmaz kılmak belki o millete yapılacak en büyük suikasttır.

Bir şeyin tanınması için öncelikle tanı­mının çok iyi yapılması gerekmekte­dir. Onun için Osmanlıca’yı anlamak için tanımının iyi yapılması gerekiyor. Ayrıca Osmanlıca mı, Osmanlı Türk­çesi mi? Hangisi daha doğru bir isimlendirme oluyor?

Peki, nedir Osmanlıca? Osmanlıca demek doğ­ru mudur? Osmanlıca Türkçeden ayrı bir dil midir? Osmanlı döneminde konuşulan Türkçe midir? Edebi Türkçe midir? Bazıları­nın dediği gibi Türkçenin İslâmileştirilmiş hali midir? İslâm harfleri ile yazılan bir Türk­çe midir? Günümüz Türkçesini İslâm harfleri ile yazdığımız zaman Osmanlıca olur mu? Öncelikle şuna karar vermeliyiz; Osmanlıca bir konuşma dili midir?  Yoksa bir alfabe me­selesi midir?

Herkesin bu sorulardan birinin veya birka­çı­nın cevabının Osmanlıca’nın tanımı olabi­leceğini söylediğinizi duyar gibi oluyorum. Osmanlıca bin senelik Türk İslâm tarihinin, kültürünün, medeniyetinin, biliminin, felsefe­sinin oluşturduğu, İslâm harflerini alfabe olarak kabul etmiş bir milletin konuşma ve ya­zı dilidir. Osmanlıca muhteva ve şekil itibariyle birbirinden ayrılmaz üç unsurdan oluşuyor. Osmanlıca’nın elbisesi İslâm harfleri, vücudu kelimeler, ruhu kelimelerin manalarıdır.

İlhan Ayverdi bir yazısında: “Dil taşıyıcıdır; bir milletin kültürünü, sanatını, îmânını, düşünüş sistemini, yaşayış özelliklerini, sâ­hip olduğu değerleri dünden bugüne taşıyan kutsal bir nehir gibidir…” demektedir. Os­manlıyı anlamak için onun anlaşma dili olan Osmanlı Türkçesini anlamak zorundayız.

Osmanlı araştırmalarında etkili ve yetkili bir isim olan İlber Ortaylı bir yazısında Osmanlıcayı şöyle tanımlar:

Osmanlıca, Avrupa dillerindeki Ottoman, Osmanisch kelimelerinin yanlış çevirisidir. Bir dönemi ve bir üslubu nitelendirmek için yanlış kullanılan sıfat, üstelik bir de isim haline getirilip kavram­laştırılmış ve bilgisizce bir kimlik kompartımanına dö­nüş­türülmüştür. Osmanlıca öyle Fransızca ve Rusça gibi ayrı dil olarak anlaşılamaz,  Arap harfleriyle yazılan bir Türkçedir. Her   dil asırdan asıra bazı değişiklikler geçirir ama bu durum ayrı bir dilden söz etmeyi gerektirmez. Nihayet anneannemizle dede­mizin mektuplaşma dilidir. Birçoğumuzun bu mektupları okutmak için ümmi köylüler gibi adam aradığı gerçektir.

Mesele sadece Osmanlıca harflerini öğren­mek­le de sınırlandırılamaz. Osmanlı medeniyetini, ilmini, irfanını bilmeyen Osmanlıcayı tam olarak okuyamaz. İslâm kültürüne yeterince hâkim olmadan, herhangi bir Osmanlıca metni tam olarak okuma imkânı yoktur; çünkü harfleri tanısanız da, eğer o kelimeyi bilmiyorsanız, okuyamaz, dolayısıyla da anla­yamazsınız.

Hilmi Yavuz bir yazısında bu konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Elbette mesele sadece Osmanlı harflerini öğrenmekle sı­nır­lanamaz. Osmanlı paleografyası, Osman­lıcaya giriş için gerekli, ama yeterli değildir. Dile yeterince hâkim olmadan, herhangi bir Osmanlıca metni okumak imkânı yoktur çünkü. Harfleri tanısanız da, eğer o kelimeyi bilmiyorsanız, okuyamaz, dolayısıyla da an­la­yamazsınız. Osmanlıca kurslarında ders veren öğretmenler, bu meselenin hiç şüphesiz, farkındadırlar.

Osmanlıca adıyla günümüz de kabul göre Osmanlı Türkçesi özellikle Arapça ve Fars­çadan etkilenmekle birlikte özgün bir dil ola­rak gelişimini sürdürmüştür. Günümüz Türkçesinin de ana kaynağı durumundadır.

Attila İlhan Osmanlıcanın tanımını şöyle ya­par: “Osmanlıca, Türklerin yüzyıllar bo­yunca geliştirdikleri özgün bir dil, Arapça­dan da, Farsçadan da yararlanmış, ama ikisi de olmamış; yeni Türk kuşakları Osmanlı­cayı anlayabilmelidir ki, gelecekle geçmiş arasındaki köprüyü sağlam kurabilsinler!” Osmanlıca’nın özgün bir dil olduğunu yapay bir dil olmadığını ifade eder.

Aslına bakarsanız herkesin bir Osmanlıca tanımı var. Bu tanımları kişilerin dünya görüşleri şekillendirmektedir.

Bir kısım insanlara göre Osmanlıcadır; çün­­kü Osmanlı dönemine aittir günümüze ait değil­dir. Bir kısım insanlara göre İslâm yazısıdır; çün­kü alfabesi İslâm yazısıdır. Bazıları edebi dil der; çünkü zevk-i selimi Osmanlı Türkçesinden zevk alır. Bazılarına göre Osmanlı Türkçesidir; çünkü Osmanlılar döneminde kullanılmış, zamanımızda ise geçerliliğini yitirmiştir. Bizim anladığımız ise şudur: Osmanlıca’nın iki yönü vardır. Birisi dili, diğeri elifbası… Dili itibarıyla Edebi Türkçeyi, yazısı itibarıyla Kur’an harflerini ifade eder.


 

Dünyada neden savaşlar oluyor?

 

Dünyada neden savaşlar oluyor ?

 

 

KİM SUÇLU?

Pek çok insan soruyor; “Allah neden insanlar arasındaki savaşlara karışmıyor?

Mesela; Gazze’de ve pek çok yerde neden milyonlarca Müslüman öldürülüyor. Allah bu zulümlere neden izin veriyor?”

Bir düşünelim! Bir komutan askerlerini en son sistem silahlarla donatsa, daha sonra bu askerler düşmanla karşılaşsalar, fakat askerler ellerindeki bu silahları kullanmasalar ya da kullanmayı beceremeseler, sonunda düşmana mağlup olsalar suç komutanın mıdır? Askerler; “Komutan bize niçin yardım etmedi, etmiyor?” Demekte haklı olabilirler mi?

Dünya’da Yahudilerin toplam nüfusu sadece; 20 milyon. (5 milyonu İsrail, 5 milyonu Amerika, 10 milyonu ise diğer ülkelerde dağınık bir şekilde)

Dünyada Müslümanların toplam nüfusu ise; 1,5 milyar.

En büyük ekonomik güce sebep olan petrolün büyük bir kısmı, İslam ülkelerinden çıkıyor. Fakat 3,5 milyon Yahudi, Müslümanları katlederken 1,5 milyar Müslüman seyrediyor! Sonra soruyor: “Allah Müslümanlara niye yardım etmiyor?”

Bu durumda Allah’ı suçlamaktan utanıp, kendimizi suçlamamız daha doğru olmaz mı? Evet, suç, yalnızca özünden uzaklaşmış, tembel, uyuşuk, bencil, menfaatperest Müslümanlarındır.

Peygamberimiz, “Müslümanların derdini dert edinmeyen onlardan değildir” buyuruyor.

Bu günkü Müslümanlar lafla değil, fiil olarak ne kadar birbirinin derdiyle dertleniyor? Birbirinin derdiyle dertlenmeyen acaba kendini ne kadar Müslüman hissediyor?

Yani sorulması gereken asıl soru; “Neden Dünyada 1,5 milyar Müslüman varken, Gazze’de ve birçok yerde milyonlarca insan vahşice öldürülüyor?!”değil midir?

“Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır… Onun için tembellikle günahınız büyüktür.” (Hutbe-i Şamiye)

ALLAH YAHUDİLERİ HİÇBİR ZAMAN GERÇEKTEN MUZAFFER ETMEMİŞTİR!

Yahudiler Allah tarafından lanetlendiklerinden itibaren hiçbir zaman, hiçbir yerde planladıkları neticeye ulaşamadılar. Tarih onların zilletine en büyük şahittir. Kutsal toprakları da ele geçirmelerine Allah izin vermeyecektir. Onlar istediklerini elde edemezler ama yeryüzünde fesat çıkarmaya devam ederler. Müslümanlara düşen, Yahudilerin hiçbir zaman muzaffer olamayacaklarını bilmekle beraber İslam’ı hakkıyla yaşayıp İslam kardeşliğini oluşturmakla onların bu fesatlarına son verdirmek olacaktır

Allah Yahudi milletini hiçbir amacına ulaştırmayacağını Maide suresi, 64. ayetiyle bildirmiştir.

“Yahudiler: “Allah’ın eli bağlıdır (cimridir)” dediler. (Haşa!) Dedikleri yüzünden (hayırlı işlerde) elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar! Bil’akis O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi dilediği kimseye karşılıksız verir. And olsun ki Rabbinden sana indirilen şeyler, onlardan bir çoğuna azgınlık ve küfrü arttıracaktır.

Aralarına kıyamet gününe kadar (devam edecek) düşmanlık ve kin bıraktık. Ne zaman harb için bir ateş yaktılarsa Allah onu söndürmüştür. ( onları muvaffak kılmamıştır). Buna rağmen Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışırlar. Halbuki Allah, fesat çıkaranları sevmez.” (Maide: 64)

SAVAŞIN SÖYLEDİKLERİ

Dünya cennet değildir!

Dünyada savaşlar, zulümler, haksızlıklar, ölümler, bela ve musibetler süre gelmektedir. Çünkü dünya cennet değil. Savaş, felaket ve hastalık gibi sıkıntılar olmasaydı dünya dünya değil cennet olurdu. O zaman insan da imtihanda olmuş olmazdı. Hâlbuki insanlar dünyada bir imtihan için bulunmaktadırlar. Cennete layık olup olmayanlar test edilmektedir.  Bela ve musibetlerin olması bu imtihanın gereğidir. Arzu edilen, hayali kurulan keder ve zulmün olmadığı cennet âlemine insan layık olduğu takdirde gidecektir.

Allah çalışana verir!

Allah’ın dünyadaki bir kanunu da çalışana vermesidir. Kur’anda; “İste kulum vereyim” (Mü’min, 60) buyrulmuştur.  Kim ne isterse Allah onu verir. İyilik ve hayır için çalışana iyilik ve hayırları yaratır, zulüm için çalışanların zulümlerini çoğaltır.

Ne yazık ki, günümüzde Müslümanlarda ileri derecede tembellik ve nemelazımcılık mevcut. Müslümanlar iman, İslam ve barış için ne kadar çalışırlarsa âlem-i İslam’ın üzerindeki bu sıkıntılar, mazlumların ölümleri o kadar kısa zamanda son bulabilecektir. Şu an apaçık görüyoruz ki ahlaksızlar, inançsızlar Müslümanlardan çok daha fazla çalıştıkları için neticeyi onlar almaktadırlar.

Allah, zalimlere mühlet verir, ihmal etmez!

Allah zalimler için, acele etmez. Çünkü inkâr edenler için sadece dünya lezzetleri vardır, ebedi cennet onlar için söz konusu değildir.  Allah, tevbe edip hidayet bulmaları için merhametinden onlara mühlet vermektedir.

Fakat Allah zalimlere mühlet verir ihmal etmez! Haksızlıklara ve zulümlere, geçici olarak müdahale etmeyen İlahî adalet, Mahkeme-i Kübra’da tam olarak tecelli edecektir.

Musibetler mü’minlerin günahlarına kefarettir

Küçük meseleler yerel (alt) mahkemelerde, büyük suçlar ise yüksek ceza mahkemelerinde halledilir.

Allah, merhametinden dolayı, Müslümanların işlediği günahlara karşılık onlara bu dünyada musibet verir, cehennem azabından kurtarır. Çektikleri musibetleri ve gördükleri zulümleri günahlarına kefaret yapar. Zalimlerin büyük suçlarının muhakemesi ise mahkeme-i kübraya havale edilmektedir.

Savaş gibi bazı musibetler insanlara “bedel” olarak gelir

Sadece görmüş olduğumuz olaylara bakıp, ilahî kaderi yargılamak adaletsizliktir. Çünkü insan gördüğü olayların geçmiş ve gelecekle olan alakasını kuracak bir ilme ve güce sahip değil. Allah’ın ilmi ise, tüm zaman ve mekânları kuşatır. Tüm zaman ve mekânlar Allah için bir an (ın içi) hükmündedir. Dolayısıyla Allah,  geçmiş ve geleceği bilir ve ona göre muamele ederek asıl adaleti gösterir.

Küçük bir misal:

Hırsız olmadığı halde hırsızlıkla suçlanan bir kimse bize göre haksızlığa uğramıştır. Halbuki o kişinin, bizim bilmediğimiz geçmişte yaptığı bir suçu vardır. İşte, Allah onu bilir ve ona göre hükmeder. Yani insanların zulüm olarak gördüğü olaylarda, aslında kaderin tam bir adaleti gerçekleşmektedir.

Bu durum, musibetin “bedel” yani karşılık olarak gelmesi şeklinde de ifade edilir. Özellikle de Allah Müslümanların işlediği bir takım hata ve günahlarına bedel, merhametiyle bu dünyada musibet vererek onları cehennem azabından azad eder.

Allah, savaşlarla Müslümanları ikaz ediyor!

Musibetler ihtar-ı İlâhidir. Allah (cc) mü’min kullarını günahlardan uzaklaştırmak için bir musibet taşıyla ikaz eder. Böylece o musibetle kullarını yapabileceği pek çok yanlıştan vazgeçirir.

İslam alemine yapılan zulümlere Allah izin veriyor çünkü Müslümanlar dinlerini gerektiği gibi yaşamamaktadırlar. Müslümanlar İslam kardeşliğinin gereği olan dayanışma halinde değiller.  Allah bu durumdan elbette razı değil. Müslümanların birlik ve beraberliğinin temin edilmesi için gayrette bulunmayan ve dünyaya dalmış İslam âlemini Allah, zalimlerin elinden gelen savaş ve zulümlerle ikaz ediyor.

Savaş, Müslümanlara şehadet makamını kazandırır

Cenab-ı Hakk zalimin zulmüne düşmüş mü’minleri, masumlar ve şehitler zümresine dahil eder. Onlar, ölüm acısı duymadan ve cehenneme uğramadan cennete giderler. Yetmiş kişiye de şefaat edip, onları da cehennemden kurtarırlar.





Bugün 5 ziyaretçi (8 klik) kişi burdaydı!